1 Ekim 2016 Cumartesi

Crusader Kings II: Müthiş Bir Strateji Oyunu

 Bugün birazcık Crusader Kings II (kısaca CK2) adlı bir strateji oyunundan bahsetmek istiyorum. CK2 hiçbir dlc olmadan 1066-1337 arasını ve tüm dlcleriyle 769-1337 arasını kapsayan bir oyun. Kısacası eklenti paketleriyle birlikte ta Büyük Şarlman'ın döneminden başlayarak ikinci beylikler dönemine kadar oynayabiliyorsunuz. Eklenti paketleri aynı zamanda oyuna yeni hükümet tipleri, dinler eklemek, haritayı genişletmek gibi işlere de yarıyorlar. Oyunla ilgili şu anki tek sıkıntım eklenti paketleri olmadan bir süre sonra sıkıcı hale gelmesi.

 CK2'yi diğer strateji oyunlarından farklı kılan şey bu oyunun tamamen hanedanlar ve karakterler ile ilgili olmasıdır. Bu oyunda bir ülke olarak değil de bir hanedan ve karakterler olarak oynuyorsunuz. Hanedanınızın soyu tükenirse oyun biter ayrıca oyunda ne kadar etkili bir lider olabileceğiniz karakterinizin yeteneklerine ve kişiliğine bağlı. Eğer herkesin nefret ettiği bir karakter olarak oynuyorsanız işiniz zor. Derebeylerinizi daima mutlu tutmalısınız veya hiçbirine size karşı çıkacak kadar güç vermemelisiniz. Eğer derebeylerinizden biri çok güç elde ederse ve sizi sevmiyorsa, çok yakında ülkenizde bir iç savaş çıkacaktır. Buna benzer şekilde sizin derebey olarak ya lordunuzla iyi ilişkiler kurmanız lazım ya da ondan kat kat güçlü olmanız lazım. Eğer kral sizi sevmiyorsa ve sizden çok daha güçlüyse topraklarınızı zorla elinizden alabilir. Bu oyunu oldukça eğlenceli kılıyor. 

 Derebeylerinizi demir yumrukla yönetiyorsanız bile, herkes sizden nefret ediyorsa, suikasta kurban gidebilirsiniz. Oyunun çok önemli bir kısmı enrikada yatıyor. Size zorluk çıkaran insanların "kaybolmasını" sağlayabilirsiniz. Ama bunun için o kişiden sizin gibi nefret eden birilerini bulmalısınız veya bazılarını hediyelerle ikna etmelisiniz. Kurtulmak istediğiniz insanlar pek çok kişi olabilir: tahtınızda hakkı olan kardeşiniz, sizi sürekli öldürmeye çalışan eşiniz veya veliahtı olduğunuz ve topraklarında gözünüz olan amcanız gibi. Oyunda buna en iyi örnek 1066 başlangıç zamanında İspanya'nın kuzeyindeki üç hrıstiyan krallığın liderleridir. Bu kralların hepsi kardeştir ve kendi çocukları yokur. Diğer ikisinin başına hiç beklenmedik ve geriye kalanın tasarlamadığı kazalar gelirde ölürlerse tüm toprakları bir kardeşe geçer. Bu şekilde o kardeş gücünü üçe katlamış olur.

  CK2 aynı zamanda karakterlere dayalı bir oyun olduğu için çok büyük Role Play(RP) olanakları sunuyor. RP kısacası herhangi bir oyunda oynadığınız karaktere göre davranmaktır. CK2 karakterlere ve bu karakterlerde özelliklere dayandığından RP'yi çok eğlenceli bir hale getiriyor. Mesela hırslı ve yalancı bir karakter olarak oynuyorsanız, amaçlarınıza daha çok insanları öldürmek, evlilik vb. yollarla gidebilirsiniz. Öbür yandan halinden memnun, dürüst bir karakterseniz çok toprak almayarak ama elinizde olanları geliştirerek RP yapabilirsiniz. CK2 RP oyunlarında sadece kendinizin değil başka karakterler içinde hikayeler uydurabilirsiniz. Bu eğer oyundan sıkılmaya başlarsanız çok eğlenceli ve yeni hissettiren bir tecrübe sunuyor.

 Son olarak CK2'nun en büyük artısı modlarıdır. Modlanmaya çok açık ve uygun bir oyundur; bunun kanıtı da şu anki modlardır. İnsanlar: Roma dönemine giden, oyunu fantastik dünyalara dönüştüren (Middle Earth, Game of Thrones), kıyamet sonrası yaşamı konu alan, oyunu tarihe daha uygun hale getiren bir sürü modlar tasarlamışlardır. Bende bazı kendi favori modlarımı burada paylaşacağım, eğer oyuna sahip olan veya almayı üşünen varsa bunlara bir göz atabilir.

Modlar: When The World Stopped Making Sense (WTWSMS)
              CK2 After The End
              Historical Immersion Project (HIP)
              Middle Earth Project (MEB)
              A Game of Thrones for Crusader Kings II (AGOTCK2)
              

22 Eylül 2016 Perşembe

I.Pön Savaşı, Bölüm II

 Messena'da başlayan I.Pön Savaşı çok kısa bir sürede iki süper güç arasında büyük bir çatışmaya dönüştü. Siraküza ve Kartaca bir tarafta Roma'yı adadan atmaya uğraşıyordu; Roma ise adanın tamamının kontrolünü ele geçirmek istiyordu. Savaşın bu aşamasında, ilk hamle Roma'dan geldi, Sicilya'ya konsüller tarafından yçnetilen iki büyük ordu gönderdiler.

 Roma ilk başlarda, Sicilya'da çok büyük başarılar elde etti. Çoğu Kartaca'ya bağlı şehir onların kontrolüne geçti. Ayrıca Konsül Valerius, Heiro'ya karşı büyük bir güçle ilerledi. Kral Heiro bu güçten korkarak hiçbir çatışmaya girişmeden diplomatik konuşmalara girişti. Siraküza savaşa Roma'nın Messana üzerine kontrolünü kabul etmeyi ve onlara 15 yıl boyunca vergi ödemeyi kabul etti. Bunun kaşılığında Siraküza "bağımsızlığını" koruyacaktı, tabi bu anlaşmadan sonra hangi taraf savaşı kazansa her türlü sözde bağımsız olacaktı. Romalıların bu başarısını gören Kartaca'ya bağlı bazı Yunan şehirleri gene Roma'nın tarafına geçti. Valerius bu başarısından dolayı senatodan "Messala" ünvanını aldı.

 Doğu Sicilya'yı kontrolü altına alan Roma, şimdi de adanın batısına Kartaca'nın topraklarına doğru ilerledi. O yıl yeni seçilen konsüller, Sicilya'nın önemli bir şehri olan Agrigentum önünde, bir Kartaca ordusuyla karşılaştılar ve bu orduyu bozguna uğrattılar. Sonra da Agrigentum'u kuşatma altına aldılar. Yedi aylık bir kuşatmadan sonra Agrigentum Roma'nın ellerine geçti. Romalılar şehri yağmaladılar ve halkı köle yapıp sattılar. Agrigentum'da zorbalıklarını bitirince, bu sefer Kartacayla müttefik Yunan şehirlerine döndüler ve onlara da aynı zorbalıkları yaptılar. Bu zalim davranışlar Sicilya'da Roma'ya karşı büyük bir nefret beslenmesine sebep oldu. Uzun vadede bu onlara daha çok zarar verecekti.


 Kartaca karada çok büyük kayıplar vermişti ama denizler hala onun elindeydi. Kartaca filosu kısa bir sürede Sicilya'nın kıyı şehirlerinin çoğunu geri aldı ve İtalyan kıyılarını acımasızca yağmaladı. Kartaca denizler üzerinde tartışmasız galipti ve bu sebeple Roma Sicilya'daki garnizonlarına destek kuvvet bile gönderemiyordu. Roma'nın da bir filosu vardı ama hem sayı açısından hem de cüsse açısından Kartaca filosundan oldukça gerideydi. Artık yalnızca iki seçenekleri vardı: ya teslim olacaklardı, ya da denizde Kartaca'ya eşdeğer bir güç olacaklardı. Antik tarihçilere göre, bir Kartaca gemisi Roma kıyılarında bulununca bu fırsat Roma'nın eline geçti ve Senato bu geminin ardından tasarlanmış yüz tane yapılması emrini verdi. Gemiler altmış günde hazırlardı ve Roma'da denizler için hazır olduğunu düşünüyordu.

 Fakat Roma'nın umutları ilk çatışmalarla kırıldı. Kartaca'nın gemilerini taklit etmiş olsalarda onların denizcilerinin tecrübesini ve Amirallerinin stratejilerini taklit edemezlerdi. Roma kısa sürede Kartaca'yı: düşman gemisine çarpmak, batırmak, manevralarla üstünlük sağlamak gibi klasik methodlarla yenemeyeceğini anladı. Bu yüzden de, "corvus" denen bir eklenti icat ettiler. Corvus, iki gemi arasında kolayca bir köprü oluşturuyordu ve gerisi askerlerin dövüşme kabiliyetine kalıyordu. Corvus ile Romalılar gemiler arasındaki çatışmaları denizler sütünde bir kara savaşına çevirmişlerdi. Roma bu şekilde denizdaki dezavantajını, muharebeyi kendisinin iyi olduğu kara savaşına çekerek avantajlı konuma yükseldi.

the corvus ile ilgili görsel sonucu  the corvus ile ilgili görsel sonucu

 Roma bu yeni icadını kullanarak Kartaca'yla ilk olarak Mylae yakınlarında M.Ö. 260 yılında karşılaştı. Roma filosunun yaklaştığı sırada Kartacalılar Siciya kıyılarında yağma yapıyorlardı. Mylae'da 143 gemiyle Roma filosu, 130 gemiden oluşan Kartaca filosunu bozguna uğrattı ve 31 gemi ele giçirip 14 tanesini batırdı. Bununla birlikte denizler artık sadece Kartaca'nın kontrolünde değildi, artık Roma'da denzilerde güç tutuyordu.

 Bir sonraki bölümde Roma'nın yeni icadını ve filosunu kullanarak deniz aşırı bölgeleri işgal etme çabalarını ve Kartaca'nın kalbi Afrika'ya saldırısını anlatacağım.

Kaynakça: http://www.unrv.com/

Eğer Kartaca ve Roma arasındaki II. Pön Savaşı ve Cannae Muharebesi'ni merak ediyorsanız, youtube kanalımdaki video'ya bir göz atabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=9FzZOzEsJdE

18 Eylül 2016 Pazar

I.Pön Savaşı, Bölüm I

  Kartaca ve Roma daima birbirlerinin en büyük düşmanı olarak görülmüşledir. Bu görüş de boşuna değildir, antik çağın bu iki süper gücü yıllar boyu, akdenize hükmetmek amacıyla birbirleriyle savaşmışlardır. Roma ve Kartaca arasında Pön Savaşları olarak bilinen, üç büyük savaş yapılmıştır. Bugün, ben bu üç savaştan ilkini, Birinci Pön Savaşı'nı, kısaca özetleyeceğim.

 MÖ 3.yüzyılın ortalarına doğru Roma, İtalya'daki rakipleri Etrüskleri, Latinleri ve Samnitleri yenilgiye uğratmıştı ve İtalya'nın hakimi olarak hüküm sürüyordu. Artık sadece kendi çevresinde güçlü bir devlet değildi; Kartaca, Makedonya ve Selökidler gibi bir süper güçtü. Bu yeni süper güç diğerleriyle rekabete girerek kendi gücünü daha da artırmak istiyordu ve M.Ö. 265 yılında bu fırsat Roma'nın eline geçti. Fakat bu fırsatın ne olduğunu söylemeden önce Sicilya adasının o günkü durumunu bilmek gerekir.


 M.Ö. 265 yılında Sicilya üç farklı güç tarafından kontrol ediliyordu. Adanın batısını ve Agrigentum, Panormus ve Lilybaeum gibi önemli şehirleri kontrol ediyordu. Adanın güney-doğusunda ise Siraküza Kralı hüküm sürüyordu. Kral, siraküza şehrini ve onun etrafındaki diğer daha küçük şehirleri kontrolü altında tutuyordu. Adanın kuzey-doğusunda ise, kendilerine Mamertineler(Mars'ın oğulları) diyen, Campanialı bir grup paralı asker kontrol ediyordu. Mamertineler adanın kuzey-doğusunu ve Messena şehrini Sirküza'dan almışlardı.

 M.Ö. 285 yılında Siraküza Kralı için bir iş yapan Mamertineler, Campania'ya dönerken; akıllarına savunmasız Messena şehrini ele geçirmek geldi. Mamertineler şehri başrılı bir şekilde ele geçirdiler ve içinde yaşayanların çoğunu kılıçtan geçirdiler. Daha sonra burayı yıllar boyu Siraküza'ya karşı yağmalarının merkezi olarak kullandılar. 265 yılında dönemin kralı Heiro, vahşilere kaybedilen Messena şehrini geri almak için ordusunu topladı ve Messena'yı kuşatma altında aldı. Mamertineler başta çok endişe duymadılar ama Heiro'nun kuşatmasının ne kadar iyi gittiğinin farkına varınca yardıma ihtiyaç duyduklarının farkına vardılar. Siraküza'ya karşı iki seçenekleri vardı: İlki Kartaca ile bir anlaşma yapmaktı, diğeri de Roma'yla anlaşmaktı. Mamertineler ikisine de müttefiklik mesajı gönderdiler, öyle umutsuzlardıki en erken gelene kapılarını açmayı planlıyorlardı.

 Roma bu yardım isteğini aldığı zaman öncelikle tereddüt etti. Çünkü Roma'nın Siraküza ile iyi ilişkileri vardı, onların müttefikliğini kaybetmek istemediler. Öbür yandan Kartaca'nın böyle bir anlaşmadan çok fazla kazançları olabilirdi. Roma, Kartaca'nın tüm Sicilya'yı hakimiyeti altına almasından korkarak, yardım isteğini kabul etti. Fakat Roma'nın gönderdiği destek kuvvetler
(büyük ordulara henüz para harcanmak istenmiyordu) oraya vardıkları zaman Kartacalılar çoktan Messena'ya gimişlerdi ve Maritinelere yardım ediyorlardı. Romalı destek kuvvetlerinin lideri Cladius, Kartaca kuvvetlerinin lideriyle bir görüşme talep etti. Kartacalı Hanno bu teklifi kabul etti ve görüşme başlar başlamaz Cladius tarafından esir alındı. Cladius, Hanno'ya bir seçim sundu: ya askerlerini alıp Messena'yı terk edecekti ya da ölecekti. Hanno askerleriyle kaçmayı seçti ve Messena, Roma'nın kontrolü altına girdi.


 Fakat Kartacalılar yenilgiyi bu kadar kolay kabul etmediler. Mamertineler'den artık yarar gelmeyeceğini anlayan Kartaca, bir müttefiklik için Siraküza'ya döndü. Kral Heiro, Messena'yı hala geri kazanmak istiyordu, bu yüzden Kartaca'yla anlaşmayı kabul etti. Bir Kartaca ordusu ve Siraküza filosundan oluşan bir güç toplandı ve Messena kuşatma altına alındı. Heiro maalesef bu kuşatmada önceki gibi başarılı olamadı. Cladius hem Kartaca ordusunu hem de Siraküza filosunu geri püskürttü. Messena'da başlayan bu savaş, çok geçmeden uzun yıllar süren ve iki tarafında bir türlü kesin bir üstünlük elde edemediği bir çatışmaya dönecektir.

 I.Pön Savaşı, Roma'nın kendisi gibi bir süper güçle ilk çatışmasıydı ve Roma, ilerleyen bölümlerde göreceğiniz gibi, bu çatışmadan pek çok ders almıştır.


 first punic war ile ilgili görsel sonucu

Kaynakça: http://www.unrv.com/

Eğer Kartaca ve Roma arasındaki II. Pön Savaşı ve Cannae Muharebesi'ni merak ediyorsanız, youtube kanalımdaki video'ya bir göz atabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=9FzZOzEsJdE

4 Eylül 2016 Pazar

Rig’in Şarkısı’na Göre İskandinavya’da Sosyal Sınıflar

 Günümüze kadar, yarım yamalak da olsa, ayakta kalmış Viking mitlerinden biri “Rig’in Şarkısı”dır. Rig’in Şarkısı, bize İskandinav halklarının sosyal yapısındaki sınıf ayrımları ile ilgili değerli bilgiler verir. Ayrıca, mitolojik bir açıdan bakılırsa tanrı Heimdall’ın, nasıl “İnsanların Babası” ünvanını aldığını da anlatır. Nolursa olsun, incelenmeye değer bir mit olduğunu düşünüyorum. Ben bu yazıda mitin kendi-sini çok ayrıntılı anlatmadan, daha çok bize İskandinav halkının sosyal yapısı hakkında bize neler öğretebileceğine bakacağım.
 Rig’in şarkısı kendine tekrarlayan bir hikâyedir: Heimdall bir eve girer, orada 3 gün boyunca konaklar ve evin hanımını hamile bırakır. Heimdall’ın çocuğunun ileride on erkek ve on kız çocuğu olur. Bu boy-lardan da İskandinav halkındaki üç en önemli sınıf doğar. Kaba saba, çirkin ama oldukça güçlü, ağır ve pis işlerle uğraşan thrall boyu; sağlam yapılı, çiftçilik, tüccarlık ve zanaatkârlık gibi işlerle uğraşan köy-lü sınıfı; yakışıklı/güzel ve güçlü, kalkan, mızrak, kılıç kullanmayı bilen savaşçı/asil sınıfı. Bence bu mitte belirtilen sosyal sınıfların özelliklerini anlatmanın en iyi yolu mitin kendisini özetlemektir. Ama bu özet çok basit olacaktır ve orijinal yazımın şiirsel güzelliğini taşımayacaktır. Miti daha uzun ve şiirsel tarzda okumak isterseniz başka bir kaynağa bakmanızı tavsiye ederim.

 Heimdall yolculuğunda ilk olarak derme çatma bir kulübeye uğrar. Bu kulübe en ufak bir sarsıntıda yıkılacağa benzer. Heimdall, kendini Rig diye tanıtır ve ev sahipleri Ai ve Edda’dan izin alarak içeri girer. Önce ateş başında oturarak yemeğin pişmesini beklerler yemek pişince Edda bayatlamış bir ekmek parçasını masaya koyar ve ellerindeki az yemeği paylaşırlar. Heimdall yemekten pek mutlu olmaz ama gene de orada üç gün kalır.
 Dokuz ay sonra Edda bir erkek çocuğu doğurur ve adını Thrall koyar. Thrall çirkin ve kaba saba bir adamdır ama aynı zamanda çok güçlüdür. Her gün ormandan yakacak odun toplar ve hepsini eve taşır. Thrall’ın evine Thir diye bir kadın gelir, Thir’de Thrall gibi çirkin, kaba saba ve güçlüdür. Thri ve Thrall evlenirler ve on erkek on, kız çocukları olur. Oğulları sırayla domuzlarla ilgilenir, keçilere çoban-lık yaparlar. Ayrıca bu on oğul kulübeyi tamir eder ve daha sağlam temeller üzerine oturturlar.

 Heimdall daha sonra Afi ve Amma’nın evine uğrar. Burada da gene aynı şekilde üç gün konaklar, ama bu sefer yemek daha güzeldir. Artık sofrada tam bir ekmek, yağ ve bira vardır ayrıca ana yemekte daha büyüktür. Heimdall eve girdiğinde Afi, bıçağıyla bir dokuma tezgâhı şekillendiriyordu. Sakalı ve kıyafetleri oldukça iyi bakımlıydı. Amma ise bir öreke kullanarak yün eğiriyordu. Onunda saçı güzelce toplanmıştı ve kıyafetleri bakımlıydı.
 Dokuz ay sonra Amma bir erkek çocuk doğurur ve adını Karl koyar. Karl güçlü yapılı ve hızlı büyüyen bir çocuktu. Çok geçmeden nasıl öküzleri güdeceğini ve onları nasıl saban sürmekte kullanacağını öğrendi. Karl ayrıca nasıl bir kulübe inşa edeceğini öğrendi.
 Karl genç bir adam iken ailesi ona bir gelin bulurlar, yakınlarda yaşayan bir özgür adamın kızı. Bu kızı ailesi kadar, Karl da seviyordu. Evlenecekleri günde kız tarafı gelini bir yük arabasıyla Karl’ın tarlasına getirdiler. Kızın adı Snor’du ve o tarlada Snor ile Karl her şeyi istedikleri gibi ayarladılar. Orası onların evi oldu. Sonradan Snor ve Karl’ın on erkek, on kız çocukları olur. Bu çocukların hepsi ticaret, çiftçilik ve zanaatkârlık gibi işlerle uğraştılar.

 Heimdall daha sonra Fathir ve Mothir’in evine uğrar. Burada gene üç gün konaklar, ama bu sefer her şey çok daha güzeldir. Yemek vakti sofra sonuna kadar döşenir ve bir ziyafet çekilir. Heimdall içeri girdiğinde Fathir bir yay yapmakla ve oklarını keskinleştirmekle meşguldür. Mothir ise kendisine bakıp, nasıl göründüğünü düşünmektedir. Çok güzel bir kadındır.
 Dokuz ay sonra Mothir bir erkek çocuk doğurur ve adını Jarl koyar. Jarl yakışıklı ve yeni şeyler öğrenmekte hızlıdır. Bir mızrakla ve kılıçla nasıl dövüşeceğini, nasıl bir kalkan kullanacağını öğrenir. Ayrıca babasından nasıl bir yayı şekillendireceğini ve ipini öreceğini öğrenir.
 Jarl genç bir adamken, Heimdall ona gelir ve kendini Jarl diye tanıtır. Sonra Jarl’a derki: “Ben senin babanım ve eğer ben Kral Rig isem sende Kral Rig olmalısın. Şimdi git ve doğuştan hakkın olanı kazan.” Jarl bunun üzerine evinden ayrılır ve uygun bir yerlerde kendisine bir kale inşa eder. Sonra etrafına sadık savaşçılar toplar ve savaşır ve savaşır. En sonunda Jarl çok güçlü bir kral olur, savaşçılarına cömerttir ve onlara altından yapılma kolluklar ve yüzükler hediye eder.
 Daha sonra Jarl, Hersir adında bir kabile reisine, kızın istemek için elçiler gönderir. Hersir ve kızı Erna bu haber karşısında çok sevinirler ve Erna hazırlanıp Jarl’ın kalesine gider. Erna güzel ve zekidir; Jarl ile çok mutlu bir şekilde yaşarlar. Sonradan on erkek ve on kız çocukları olur. Bu çocuklarda babaları gibi savaşçılar olur, fetihler yaparlar ve anneleri gibi zeki, güzel kadınlar olup güçlü ailelerin oğullarıyla evlenirler.

 Mit bundan sonra biraz daha devam ediyor ancak ondan sonra yarı da kalıyor. Snorri Sturluson’ın yazdığı kitaptaki son sayfalar bu miti konu alır ve maalesef gerisi kayıptır. Ancak Kevin Crossley Holland’ın yazdığına göre mit devam etseydi Jarl’ın soyunu o dönemki Danimarka Krallarına bağlayacağını tahmin ediyor. Bu tahminini de mitte daha sonra “Dan” ve “Danp” adlarının geçmesinden geliyor. Ona göre mit Viking mitolojisinin İskandinavya’da hala baskın olduğu dönemlerde, Danimarkalı bir şair tarafından yazılmış.


 Bu mit bize İskandinav toplumundaki üç büyük sosyal sınıfı anlatması açısından çok önemlidir. Bu sebeple bunu paylaşmak istedim. Ayrıca bu yazıyı bitirmeden mitlerde gözüme çarpan bir ayrıntıyı aktarmak isterim: Heimdall’ın tüm çocukları kendi sınıflarından kişilerle evlenir, bu özellikle sınıflar arası evliliğin yasak olduğunu belirtmez ama en azından çok nadiren gerçekleştiği bilgisini verir.

1 Eylül 2016 Perşembe

Ortaçağ Sandbox Oyun Projesi

 Ortaçağ dönemi beni daima büyülemiştir; hep, keşke o dönemlere gidip o muazzam şehirleri, kaleleri ve küçük köyleri, kasabaları görebilsem demişimdir. Bu sadece mimari açıdan söylenen bir şey de değildir; oraları kültürleri, dilleri ve kuralları ile de görme isterim elimde olsa. Bu yüzden benim de aklıma bir şey geldi, bir zaman makinesinin yapılması uzak bir hayal olsa bile oyun endüstrisi her geçen gün büyüyor ve kalite de artıyor. Madem gerçekten o dönemlere gidemem, belki bir oyun aracılığıyla bu isteğimi birazcık köreltebilirim. Tabii benim burada anlatacağım oyun çok hırslı bir proje ve günümüzün bilgisayarlarının bunu kaldırması beklemiyorum. Ayrıca benim istediğim tarz bir oyun için yapılması gereken araştırmanın alacağı zaman da oldukça fazla. Yakın zamanda bunun gerçekleşeceğini sanmasam bile bunu yazıyorum çünkü belki biri bunu görür ve ileri de bu fikri gerçekleştirir.

 Bu oyun öncelikle tamamen ortaçağ dünyasını gezmekle ilgili olacak, bu yüzden pvp denen bir şey bu oyunda olmayacak. Bunun sebebi de birkaç çok iyi dövüşen oyuncunun bir araya gelip herkesi habire öldüreceğini ve oyunu zehir edeceğini bilmemden kaynaklanıyor. Oyunda dövüşme sistemi olacak ama bu sadece bilgisayar tarafından yönetilen haydutlara karşı olacak.

 Ortaçağ’da bunca farklı ülkeleri, şehirleri ve köyleri nasıl gezeceğimize gelirsek, ben bunun için kervanları düşündüm. Bir oyuncu kervanı kuracak ve diğer oyuncular bu kervana katılabilecekler, bu şekilde aynı yere gitmek isteyen oyuncular birbirlerini bulup yola çıkacaklar. Bu hem oyuncuların diğerleriyle tanışıp sosyalleşmesini sağlayacak hem de nasıl her yeri gezebileceğimize tarihe uygun bir çözüm getirecek. Tabii her önüne gelen kervan kurmayacak, bir kervan kurabilmek için tüccar sınıfından olmanız gerekiyor. Tüccarlar oyuna belli bir miktarda para ve at arabaları ile başlayacaklar. Bu paraları ile istedikleri malları satın alacaklar ve bunları daha iyi fiyata başka bir yerde satmak için yola çıkacaklar. Yani ticaret de oyunun sisteminde büyük bir rol oynayacak. Oyunun içinde oyuncular tarafından etkilenen ve döndürülen büyük bir ekonomi olmasını da istiyorum.

 Ticaret bir yana, bir kervanın tek üyesi siz olamazsınız: yola çıkmadan önce başkalarına ihtiyacınız var. Mesela başka tüccarlar olabilir, bir ücret karşılığında sizin kervanınıza katılabilirler veya size satacakları mallardan bir pay sözü verebilirler. Peki, bir tüccar neden kendi kervanında bedava yolculuk etmektense, başkasınınkinde para vererek yolculuk etsin? Belki de bunun sebebi haydutların önceki kervanını yağmalayıp at arabasını çalmasındandır ya da önceki yolculuğunda yanlış hesap yapıp zarar etmiştir ve yeniden mal satın almak için atlarını satması gerekmiştir.

 Başka tüccarları illa da kervanınıza katmanız gerekmiyor, ama kesinlikle paralı askerlere ihtiyacınız olacaktır. Paralı, diğer tüccarlar gibi seyahat etmek için size para ödemezler, aksine siz onlara para ödersiniz. Eğer haydutlardan kargonuzu ve hayatınız korumak istiyorsanız paralı askerlere ihtiyacınız olacak. Paralı askerlerde diğer şehirlere gitmek için ve para kazanmak için kervanlara ihtiyaç duyar. İki tarafta bu alışverişten karlı çıkıyor kısacası.


 Size katılabilecek başka tür bir oyuncu ise seyyahlardır. Seyyahların oyundaki yeri etrafı gezip bu gördüklerini kaydetmektir. Bu yüzden oyunda seyyahlara özel olarak bir not defteri verilir. Bu not defterine her gün seyyahlar gördükleri kayda değer şeyleri yazarlar. Bu kervanlarında yaşanan bir olay, mimari bir yapıt veya gittikleri yerin kültürü ile ilgili olabilir. Ortaçağdaki seyyahlarla ilgili bilgim çok az olduğundan oyunun bu kısmını pek geliştirdiğimi söyleyemem. Fakat bu güncelerin tamamlandığı zaman steam workshop gibisinden bir yerde paylaşılabileceğini düşündüm. Bu şekilde insanlar kendi hikâyelerini ve gözlemlerini paylaşabilir ve dünyanın o bölgesine gitmek isteyenlere bir rehber gibi olabilirler.

 Şu anda size katılabilecek düşündüğüm son oyuncu sınıfı tercüman veya rehberdir. Bu sınıfın oyundaki amacını anlatmak için oyunda kullanılacak dili seçmenin zorluğundan bahsetmem gerekir. Oyunun bazı kısıtlamalardan dolayı yüzde yüz gerçekçi olamayacağını biliyorum. Mesela oyunda İngiltere ülkesinde ortaçağda konuşulan İngilizceyi kullanmak istesek işin içinden çıkılmaz. Çünkü: 1, oyunu oynayanların ancak çok çok küçük bir kısmı eski veya orta İngilizce bilecektir, bu her ne kadar oldukça tarihe uygun ve güzel bir ortam yaratsa da oyunu oynanmaz kılar. 2. tüm Avrupa-Ortadoğu civarının oyuna dâhil olmasını istediğimden o bölgelerde o zamanlarda kullanılan dillerin hepsine oyuna koymak bir hayli zor olur. Birde bunun üstüne o dönemlerde bir ülkede konuşulan dilin pek çok farklı şivesinin bulunduğunu eklersek bu iş imkânsıza yakınlaşır. Mesela, Eski İngilizceyi oyuna koymak istersek bunun üç farklı şivesini de katmak gerekir.

 Bunu söyledikten sonra bu soruna bulduğum çözüm de, her ülkede İngilizce veya Türkçe gibi tek bir dilin kullanılması değildir. Çünkü bu oyunun tüm havasını ve gerçekçiliğini bozar. Orijinal filmde aynı dili konuşmayan iki adamın ikisinin de dublajda Türkçe konuşmasına, ama gene de “Seni anlamıyorum” gibisinden şeyler söylemesine benzer bu. Bu sebeple en iyi çözümün Fransa’da günümüz Fransızcasının, Türkiye’de günümüz Türkçesinin konuşulması olduğuna karar verdim. Ve birden fazla kültürü toprakları altında barındıran imparatorluklarda da gene insanlar kendi kültürlerinin dillerini konuşacaklar.

 İşte rehberler de burada devreye girecekler, oyun içinde geçerli, en az iki dil bilen oyuncular rehber olabilecekler. Örnek olarak bir kervanın İngiltere’den Fransa’ya gideceğini düşünün. İngiliz kervanbaşı kendine hem Fransızca hem İngilizce bilen bir rehber bulmalı yoksa Fransa’da kimseyle konuşamaya-cağından ne mallarını satabilir ne de bir handa konaklayabilir. Rehberler bu sebeple kervanlarda olmazsa olmazlardır.

Bu sınıfların hepsini anlattıktan sonra belki de aklınıza “Ya herkes … sınıf olursa ve hiç … sınıf olmazsa?” gibi sorular gelebilir. Böyle bir olayı engellemek için ben bir otomatik denge sistemi düşündüm. Mesela bir oyunu oynayan toplam aktif oyuncu sayısına göre hesaplanan bir tüccar üst limiti. Örnek olarak eğer bir serverda 300 kişi varsa en fazla 40 tüccar olabilir gibi. Ve oyundaki kervan kurabilen tüccar sayısına göre de diğer sınıfların üst limitleri belirlenecek. Mesela kervan kurabilen tüccar başına 4 paralı asker, 1 rehber, 2 seyyah gibi. Ayrıca bu verdiğim üst limit örnekleri projenin son halinde geçerli olmayacak, sadece otomatik denge sistemini anlatmak içinler.

 Şimdilik projede ancak bu kadar ilerleyebildim, daha ilerlediğimde ve aklıma yeni fikirler gelince bu proje ile ilgili yeni yazılar da gelecektir.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Niccolo Machiavelli'ye Göre Hükümdarlık

 Machiavelli'nin dediğine göre iki çeşit hükümdarlık vardır. Birincisi tek bir hükümdarın olduğu ve diğer herkesin onun kulu kölesi olduğu sistemdir.(Machiavelli burada Osmanlı'yı örnek vermiştir) Diğeri ise bir baş hükümdarın ve onun altında bir çok derebeyin olduğu sistemdir.(Burada ise Fransa örnek verilmiştir)

 Bu sistemlerden tek hükümdarın olduğu ülkeyi fethetmek zordur. Bunun sebebi içeriden hiç yardım alamaycak olmandır, tüm güç hükümdarın elindedir ve halk sadece tek hükümdarın hükmetme yetkisini tanırlar. Eğer olurda bir bölgenin yöneticisi sana destek vermeye kalkarsa, halk onu izlemez çünkü o yönetici halkın gözünde yalnızca hükümdarın atadığı bir memurdur. Bu yüzden bu tür ülkelere savaş açarken sadece ve sadece kendi gücüne güvenerek savaş açmalısın. Öbür elden bir kez savaşı kazandın ve toprağı ele geçirdin mi, oranın halkını kendine bağlamak ve ülkeyi elinde tutmak çok kolaydır. Çünkü halk tek hükümdar dışında başka kimseye kulluk etmez ve sen hükümdarı yendiğin zaman sana karşı koyabilecek güç kalmaz. Sana fethin sırasında yardım edemeyen yöneticiler, bu sefer de sana karşı koyamazlar. Sana da yapacak tek iş hükümdarın soyunu yok etmek kalır. Kısacası bu sistemle yönetilen ülkeleri fethetmesi zor fakat elinde tutması kolaydır.

 Diğer sistemde ise bu tam tersidir. Feodal bir sistemde hükümdardan hoşnut olmayan derebeyler daima olacaktır ve bu derebeyleri senin işgalini desteklemesi için ikna edebiilirsin. Birkaç derebeyin senin tarafına geçmesi işgali çok daha kolaylaştıracaktır. Diğer yandan ülkeyi ele geçirdin mi artık yalnızca hükümdarın soyunu halletmek yeterli olmaz. Çünkü baş hükümdarın altında birçok derebeyin yalnızca kendilerine itaat eden halkları vardır. Bu da bu önceki sistemin tersine bu derebeylerden korkman gerektiği anlamına gelir; çünkü en ufak bir hatanla birlikte senden hoşnut olmayan derebeyler isyan çıkaracaklardır ve seni ülkelerinden atmak isteyeceklerdir. Bu sebeple bu tür ülkeleri elinde tutmaya çalışan hükümdarlar çok daha dikkatli davranmalılardır. Bu durumda Machiavelli tek çözümün yeni halkın sana alışmasını beklemek olduğunu söylüyor. Halk eski düzeni unuttukça senin kontrolün altına girecektir.

 Bu yazı da Machiavelli'nin "Hükümdar" adlı kitabında anlattığı ve benim çok hoşuma giden bir bölümü kısaca aktarmaya çalıştım. Eğer bu yazıdan hoşlandıysanız, kitabı kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Machiavelli'nin yazımı çok sade ve anlaşılır, ayrıca anlattığı her şeyle ilgili tarihten güzel örnekler veriyor. Özellikle kendi yaşadığı İtalya bölgesinden örnekler veriyor. Eski dönemler de hükümdarlıkları ele geçirmenin, elinde tutmanın yöntemleri ilginizi çekiyorsa ondan daha iyi bir kaynak bulamazsınız.





























Kaynakça: Niccolo Machiavelli'nin "Hükümdar" kitabı

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Viking Mitolojisinde Tanrıçalar

 Viking Tanrıçaları hakkında bilgimiz Tanrılar hakkındaki bilgimize göre çok daha azdır. Ama bunun sebebi Tanrılara mitlerde daha büyük ağırlık verilmesinden değildir; çünkü Snorli'nin yazdığına göre Tanrıçalar ve Tanrılar eşit tutulur. Bu sebeple bilgimizin kısıtlı olması büyük ihtimalle Tanrıçaları konu alan mitlerin pek çoğunun günümüze gelememiş olmasıdır. Bu sebeple çoğu Tanrıça'nın rolü ya hiç bilinmez ya da mitlerde çok silik bir rol oynadıkları görülür. Tüm bu silik Tanrıçalar'ın arasından bir tanesi, Freyja, hikayelerde çok önemli bir rol oynar.

 Freyja en önemlisi güzellik Tanrıçası rolünü oynar. Tüm Tanrıçalar arasında en çekici ve güzel olanı Freyja'dır. Hikayelerde cüceler ve devler güzelliğinden etkilenip onun peşinden koşmuşlardır. Freyja ayrıca en önemli doğurganlık Tanrıçasıdır. Bunların yanında aynı zamanda bir savaş Tanrıçasıdır. İki kedinin çektiği bir savaş arabasıyla muharebeye gider ve Odin ile ölü savaşçıları paylaşır; yarısı Valhalla'ya giderken yarısı Freyja'nın sarayına yani Sessrumnir'e giderdi. Savaş ile alakadar olmak aynı zamanda ölüm ile alakadar olmaktır ve bu yüzden, aynı Odin gibi, Freyja'nın ölüler dünyasına güçlü bağlantıları vardır. Oraya (bir kuş formunu alan) ruhunu gönderdiği ve geri dönünce gelecekle ilgili kehanetler anlattığı bilinir. Freyja son olarak büyü ve cadılık ile çok güçlü bağları olan biriydi ama mitlerin hiçbirinde şaman olarak görev yaptığından bahsedilmez.  

Savaş ve Güzellik Tanrıçası Freyja


 Freyja dışındaki Tanrıçalar'dan Gefion'un tarımla arasında büyük bir bağlantı vardı ve  Eir şifa tanrıçasıydı. Sjofn ve Lofn insanları birbirine aşık eder, Var ise evlilik yeminini duyar ve bozulmayacağından emin olurdu. Vor'dan hiçbir şey saklanamazdı ve her şeyi izleyen Syn hakkını savunanlar tarafından çağırılırdı. Snotra ise bilge, nazik ve disiplinli biri olarak bilinirdi.

 Odin'in eşi Frigg hakkında ise pek bir şey bilmiyoruz. Ama Odin'in eşi olmasından önemli bir Tanrıça olduğunu çıkarabiliriz. Ayrıca H. R. Ellis Davidson'un tahminine göre Freyja ve Frigg arasında güçlü bir bağlantı vardır. Eski mitolojilerin çoğunda üç Tanrıça kadınların üç büyük özelliğini yansıtırdı. Eş ve anne, çekicilik ve bakire güzel. H. R. Ellis Davidson'ın dediğine göre Frigg bu üç özelliğin eş ve anne tarafını gösterirken Freyja çekicilik olgusunu yansıtır. Üçüncü boş yeri ise bir zamanlar Avcı Skadi'nin doldurduğunu söyler.


Kaynakça: Kevin Crossley Holland'ın "The Norse Myths" kitabı
http://norse-mythology.org/






7 Ağustos 2016 Pazar

Viking Mitolojisinde Tanrılar

 Tanrılar ve Tanrıçalar, viking mitolojisinde kilit bir rol oynarlar. Günümüze kadar korunabilen mitlerin hepsi Tanrıları öyle ya da böyle içerir. Bunun sebebi de Tanrılar'ın vikinglerin o dönemdeki özelliklerini göstermesidir. Her Tanrı veya Tanrıça İskandinav halkının bir-iki özelliğini veya toplum hayatlarında var olan unsurları taşır. Bugün mitlerde en öne çıkan Tanrılardan bahsedeceğim.

 Odin, "Allfather" olarak bilinir bu lakap onun sadece çoğu tanrının babası olmasından değil aynı zamanda kardeşleriyle birlikte ilk erkek ve kadını yaratmasından gelir. Ayrıca onun tüm Tanrılar arasından en büyüğü olarak yerini vurgular: herhangi bir Tanrı ne kadar güçlü, ne kadar bilge, ne kadar zeki olursa olsun Odin'e ve sadece Odin'e hizmet eder. Odin (kardeşleriyle) gökyüzünü ve dünyaları yaratmıştır bu yüzden büyük veya küçük krallığının içindeki her şeyi o yönetir.

 Yukarıda her Tanrı'nın İskandinav halkının bir parçasını yansıttığından bahsetmiştim, Odin'de savaşı yansıtır. Hristiyanlık öncesi İskandinavya kabileler, komuşular ve kardeşler arası bir savaş alanıydı. Vikinglerinde hayatlarının bu büyük parçasını haklı çıkaracak ve yansıtacak bir tanrıya ihtiyaçları vardı. Bu sebepe Odin eski cermen savaş tanrılarının (Wodan ve Tivaz) özelliklerini almıştır. Odin acımasız ve küstah davranışlar sergiler. Kimin galip geleceğini ve kimin bozguna uğrayacağını belirler, Valhalla'ya gidecekleri seçer ve ağırlar.

 Odin asıl özelliği  olan bir savaş tanrısı olmanın yanında aynı zamanda şairlerin tanrısıdır. Bunun yanında bir şamandır; ruhunu uzak yerlere gönderebilir ve ölülerin bilgeliklerini kazanabilir.

 Odin'in sadece bir gözü vardır ve kolay kolay tanınmamak için geniş kenarlı bir şapka takar ve daima mavi bir pelerin giyer ve büyülü mızrağı Gungnir'i taşır. Omuzlarında Huginn(Düşünce) ve Muninn(Hafıza) adlarında iki kuzgun gezer. Herkesin saygı duyduğu ama çok az kişinin sevdiği bir tanrıdır.

Şairlerin ve Savaşın Tanrısı Odin


 Odin ve Dünya'nın çocuğu olan Thor tüm Tanrılar'ın arasında en sevileni ve düzeni temsil eden tanrıydı. Jotunheim'daki devlerle sürekli dövüşür ve Midgard'a taşarak insanları topraklarından etmelerini engellerdi. Odin devlere Jotunheim'ı, insanlara ise Midgard'ı vermişti. Thor'da devleri Jotunheim'ın içinde tutarak düzenin bozulmasını engelliyordu. Thor ayrıca tüm tanrıların arasında en güçlüsüydü, öyle güçlüydüki dev yılan Jormungand ile dövüşüp sağ kalmayı becermişti. 

 Odin asilleri, şairleri ve kralları temsil ederken Thor çiftçileri ve köylüleri temsil ederdi. Çiftçiler ve köylüler nüfusun büyük kısmını oluşturduğundan en çok Thor adına heykeller ve tapınaklar yapılmıştır.

 Thor'un görünüşü ve davranışları da temsil ettiği insanları çok iyi bir şekilde yansıtır. Koca cüsseli ve koca iştahlı, kızıl sakallı, çabuk sinirlenen ama bir o kadar çabuk sakinleşebilen ve güvenilir biriydi. Thor aynı zamanda bereket tanrılarında bulunan bazı özellikleri de taşırdı. Çekici Mjollnir yalnızca bir silah değildi, aynı zamanda rüzgarları ve yağmurları kontrol eden bu yollada bereket veya felaket getiren bir araçtı.

    
        Düzenin Temsilcisi Thor


 Thor bereket tanrılarının bazı özellikleri taşısa bile tüm tanrılar arasında en önemli bereket tanrısı Freyr'dir. Freyr "Bolluk Tanrısı" olarak bilinirdi. Snorri'nin dediğine göre Freyr güneşin ne zaman yükseleceğine ve yağmurun ne zaman yağacağına karar verirdi ve insanlar ona barış ve bolluk için dua ederdi. Freyr yalnızca toprağın bolluğu ile değil ama aynı zamanda nüfusun bolluğunu da belirlerdi. Freyr'in gemisi Skidbladnir ve yabani domuzu Gullinbursti antik bereket simgeleridir.

  Freyr'in babası Njord ise Vanir'in liderlerinden biriydi. Njord denizlerin dalgalarını ve rüzgarlarını yönetirdi. Denizcilere korur ve onları yolculukları boyunca güvenli tutardı. Sarayının adı Noatun yani Tersane idi.



Bolluk Tanrısı Freyr                                                                 Denizlerin Tanrısı Njord


 Viking mitolojisinde Odin oğlu Tyr veya Bifrost'un koruyucusu Heimdall gibi pek çok daha Tanrı vardır, bu Tanrıları da zaman buldukça anlatmaya çalışacağım. Ama diğer Tanrılara değinmeden önce bir sonraki yazımda Tanrıçalar'dan ve onların mitolojideki önemlerinden bahsedeceğim. 

Kaynakça: Kevin Crossley Holland'ın "The Norse Myths" kitabı
http://norse-mythology.org/

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Octavian'ın Güce Yükselişi 2

 Sezar’ın suikastı ve Antonius’un Roma’daki gücü eline alması sıralarında Octavian 19 yaşındaydı. Günümüz Arnavutluk sınırlarındaki Apollonia’da, Partiya’ya karşı yapılacak bir sonraki sefere katılmak için Sezarı bekliyordu. Fakat Sezar’ın yerine vasiyeti ve ölümünün haberi geldi. Arkadaşları ve ailesi kendi payına düşen mirası almamasını öğüt ettiler. Öldürülmüş diktatörler ve veliahtları genelde aynı kaderi paylaşırdı. Octavian ise mirası ve hanedan adı olan “Sezar”ı seve seve kabul etti. Bu andan itibaren kendini hep Sezar olarak tanıttı. Tarihçiler onu diğer Sezarla karıştırmamak için Octavian derler.

 Mirasını elde etmek için Roma’ya giderken Brundisium’da durdu ve Sezar’ın oradaki askerlerini kendi tarafına çekti. Bu şekilde Roma’ya yaklaştıkça askerlerden ve halktan daha fazla destek topladı. Roma’nın gayri resmi yöneticisi olan Antonius ilk başta onu göz ardı etti. Octavian Nisan’ın sonlarına doğru Roma’ya ulaştığında Antonius, mirası almasını engellemeye çalıştı. Fakat Octavian halkın desteğini toplamıştı. Savaş kaçınılmazdı.

 Octavian taraftar toplamakla meşgulken Antonius kendi gücünü arttırmaya çalışıyor ve Sezar’ın katilleriyle uğraşıyordu. Kilit pozisyondaki adamlarını kullanarak kendini Galya’dan Makedonya’ya kadar olan toprakların valisi yapmıştı. Senato Galya’nın şu anki valisi ve Kurtarıcıların lideri Decimus Brütüs’ü destekliyordu ama Antonius’u devirecek konumda değildiler. Yıl MÖ 44’te Brütüs’ün hüküm süresinin bitmesini beklemektense lejyonlarıyla birlikte Galya’ya gitti. Amacı askeri güçle kendi kontrolünü arttırmaktı.

 Bu sıralarda Octavian Roma’daki güçler tarafından dikkate alınmayacağını anladı. Sezar’ın Italya’nın güneyindeki askerleri ile görüşmeye gitti ve yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu topladı. Antonius daha da güçlenen bu yeni tehdidi ortadan kaldırmak için Roma’ya yola çıktı. Fakat yolda beş lejyonun ikisi Octavian’ın ordusuna katılmak için ayrıldılar. Çok daha güçsüz bir konumda olan Antonius Galya’ya geri döndü. Orada Brütüs’ü yenip ordusunu yeniden kurabileceğine inanıyordu. Senato Octavian’ı Antonius’u yenmekte kullanılacak bir araç olarak gördü. Ona ordusunu yönetmek için resmi yetki verdi.

 MÖ 43 ylının Nisan ayında Octavian ve onunla birlikte iki konsül Pansa ve Hirtius, Antonius’u yenmek için kuzeye yol aldılar. Bu üç adamın hepsi Antonius’u yenmek istiyordu, bunun dışında hiçbir ortak çıkarları yoktu. Üç general ordularını Antonius’un Brütüs’ü kuşatmasına yakın olan Mutina’da birleştirmek için yola çıktılar. Antonius kuşatmayı kardeşine bırakarak, ilk önce bu orduları halletmeye karar verdi. Antonius orduların henüz birleşmediğini fark etti. Ordulara teker teker saldırarak zaferini garantilemeyi hedefledi.

 Forum Gallorum Muharebesi olarak bilinen çatışmada Antonius Pansa’nın ordusuna saldırdı. Pansa’nın daha hiç savaş görmemiş dört lejyonu vardı. Antonius’un tecrübeli askerleri onları kolay bir şekilde yendiler. Antonius Pansa’nın ordusunun peşinden gitme emrini verdi ama bu büyük bir hataydı. Çünkü Hirtius muharebenin haberini almış ve Pansa’ya yardım etmek için hemen yola koyulmuştu. Hirtius’un dinç askerleri, Antonius’un savaştan yorgun düşen birliklerini bozguna uğrattı. Pansa’nın ordusu kurtarılmıştı, fakat kendisi ağır yaralar almıştı. Forum Gallorum Muharebesi iki taraf için de kesin bir zafer değildi. İki taraf da ağır kayıplar vermişti. Bu savaşı kazanan tarafı belirlemek için bir çatışmaya daha gerek vardı.


Octavian ve Hirtius’un orduları, planlandığı gibi, Mutina’da bir araya geldiler. Burada iki general, Forum Gallorum’dan altı gün sonra, Antonius’un kampına saldırdılar. Şiddet ve kanla geçen günlerden sonra Antonius’un orduları bozguna uğramış, kendisi ise Alplerin gerisine, Galya’nın güney kıyılarına, kaçmıştı. Hirtius taarruz sırasında hayatını kaybetmişti. Octavian ölü konsülün lejyonlarını çabucak kendi birliklerine kattı. Senato bu lejyonların Decimus Brütüs’e devredilmesini talep etti. Ancak Octavian askerlerinin Sezar’ın suikastçilerinden birine itaat etmeyecekleri gerekçesiyle bunu reddetti. Gün geçtikçe askerleri Brütüs’ü terk edip, Octavian’a katılıyordu. Bu muharebenin sona ermesiyle birlikte Octavian artık Roma’ya değil de, kendisine sadık olan sekiz lejyonluk bir ordunun generali oldu. Forum Gallorum ve Mutina Muharebeleri sayesinde Octavian, Antonius ile eşit konuma yükseldi ve Senato’nun aracı olmaktan çıktı.

 Antonius kaçtıktan sonra, Lepidus ile güçlerini birleştirdi. Senato ise Octavian hiçbir şekilde Antonius’u yenmemiş gibi tüm övgüyü Brütüs’e yaptı. Bunun üstüne Octavian’ın gazileri için yerleşilebilecek toprak isteği de göz ardı edildi. Yılın geri kalanı boyunca, Cicero ile kendisinin vekil konsül olarak görev yapması önerisi de dikkate alınmadı. Cicero Octavian’ı hafife alıyordu, onun hala kullanılacak biri olduğunu düşünüyordu. Kurtarıcılar ise duruma çok daha gerçekçi bakıyorlardı. Halk arasında Sezar’ınkine yakın bir popülerliği olan bu gençten korkuyorlardı.

 Antonius, Cicero’nun bu hatasını kullanmak amacıyla Octavian’ı teşvik etti. Cicero’nun onu ciddiye almadığını, kullanılıp kenara atılacak bir araç olduğuna dair mektuplar yazdı. Octavian zaten sinirliydi. Antonius’un teşviki, onun için, bardağı taşıracak son damla olmuştu. Octavian,  Brütüs ile müttefikleri ve Antonius ile Lepidus’u baş başa bırakarak, Roma’ya yola çıktı. Roma’ya ulaştığında senatorlerin ona karşı çıkacak güçleri yoktu. Maalesef yaptıkları hatayı çok geç anladılar.

 Senatörler Octavian’ın isteklerini yerine getirmeyi kabul ettiler. Çok geçmeden Afrika’dan Roma’yı savunmak için lejyonlar geldi. Bu lejyonlara güvenerek Octavian’a karşı çıktılar. Afrika lejyonları ise bir muharebe bile dövüşmeden Sezar’ın veliahtının tarafına geçtiler. Octavian bu ihanetin üzerine taleplerini ağırlaştırdı. Devlet hazinesine el koyarak askerlerine ödeme yaptı, kuzeni Pedius ile birlikte konsül olarak atandı. En sonunda Sezar’ın resmi veliahtı ilan edildi ve mirasın kendi payını ele geçirdi. Gazilerine verimli toprakların verilmesini sağladı. Ama hepsinden önemlisi Sezar’ın suikastçileri ile ilgili alınan kararları kökten değiştirdi. Bir gün içerisinde yakalayabildiği tüm suikastçileri tutukladı ve idam etti. Bu şekilde Octavian sadece askeri güç kullanarak Cumhuriyet’in çökmesine zemin hazırlamış oldu.

 Octavian Roma’da işini bitirdikten sonra Antonius ile arasındaki anlaşmazlığı çözmek için Galya’ya geri döndü. Antonius ve Lepidus’un birleşmiş kuvvetleri ile direk yüzleşmeyi riske atmak istemiyordu. Sezar’ın stratejik dehasına sahip olsaydı, onlarla yüzleşirdi ama o kendi sınırlarının farkındaydı. Bu yüzden en mantıklı hareketin, Antonius ve Lepidus ile bir anlaşma yapmak olduğu kararına vardı. Decimus Brütüs, Octavian’ın Galya’ya geldiği haberini aldığı zaman, üç düşman arasında sıkışacağını anladı. Diğer Kurtarıcıların yönettiği doğu bölgelere kaçmaya çalıştı. Ama şansı yaver gitmedi; yolda Antonius’a sadık Galyalı bir şef tarafından öldürüldü.

 Octavian ordusunu Kuzey’e götürdü ve orada; Bononia yakınlarında Antonius ve Lepidus ile barış konuşmaya başladı. Roma’nın en güçlü üç adamı, günler boyu antlaşmayı en ince detaylarına kadar tartıştılar. En sonunda İkinci Triumvirlik hepsi tarafından kabul edildi. Bu antlaşmada onlardan önce Sezar ve müttefiklerinin yaptığı gibi, Roma’nın Batı kısımlarını kendi aralarında üçe böldüler. İtalya üçü tarafından ortak yönetilmek şartıyla; Antonius Galyayı, Lepidus İspanyayı, Octavian ise grubun en kıdemsizi olarak Afrika, Sardinya ve Sicilya’yı aldı. Bu bölgeler önemsiz değildi, fakat Sezar’ın düşmanı olan Büyük Pompei’nin oğlu Sextus Pompei, güçlü filosu sayesinde adalar üzerine hâkimiyet kurmuştu. Bu da işleri onun için zorlaştırıyordu.

 Üç adam, İkinci Triumvirlik antlaşmasının şartlarında kesin olarak anlaştıkları zaman bunu resmi olarak yazdırdılar. Cumhuriyet artık resmi olarak yok olmuş sayılırdı. Bu antlaşma bir diktatörlük koalisyonu ile aynı şeydi. Çünkü bu anlaşma onlara, senato veya kurallar tarafından sınırlandırılmadan istediklerini yapma gücünü veriyordu. Bu antlaşmadan sonra Triumvirler, hem ekonomik hem de politik güçlerini arttırmak için suikastlara ve sürgünlere başladılar. 130 ila 300 arası senatör sürgün edildi ve toprakları devlet malı yapıldı. 2000’den fazla Equite’nin (Düşük rütbeli Roma asilleri) toprağına el konuldu. Bu asillerin arasında Triumvirlerin aileleri de vardı; Lepidus’un kardeşi, Antonius’un kuzeni ve Octavian’ın uzak akrabası Lucius Sezar’da bu listedeydi.

 Belki de tüm bu zalimliklerin arasında en önemlisi Cicero’nun öldürülmesiydi. Antonius kendini pek çok kez aşağılayan ve yoluna çıkan bu adamdan intikam almak istiyordu. Octavian, onun, amaçlarının önünde duran bir engel olduğunu biliyordu. Lepidus’un ise pek umurunda değildi. Cicero Antonius’un adamları tarafından öldürüldü ve kellesi kesilip bir hediye olarak ona gönderildi. Vücudu parçalara ayrılarak Roma Forumu’nda sergilendi. Ve söylentilere göre Antonius’un karısı, Fulvia, kocasını aşağılayan bu adamın kesilmiş kafasını eline aldı. Sonra da canı sıkılana kadar Cicero’nun dilini bir iğne sapladı. Roma’nın gördüğü en parlak düşünürlerden biri işte bu şekilde hayatını yitirdi.

 Bu vahşi sürgünler ve suikastlar Triumvirlerin umduğu kadar ekonomik güç sağlamadı. Gene de, Doğu’daki Kurtarıcıları bozguna uğratmaya yetecek kadar altın, devlet hazinesine girmişti. Brütüs ve Cassius, Sezar’ın ölümünden beri Roma’nın Doğu topraklarını yağmalıyor ve ganimetleri, sadakatlerini kazanmak için, askerlere veriyorlardı. Octavian ve Antonius’un orduları Dyrrhachium’un(Günümüz Arnavutluk toprakları) yakınlarında bir araya geldiler ve orada Sezar’ın suikastçılarını yenmek için planlar kurmaya başladılar.

 Bir sonraki yazıda Kurtarıcılar ve Triumvirler arasında gerçekleşen ve Roma Cumhuriyeti'nin kaderini belirleyen Filippi Muharebesi'ni anlatacağım.


İkinci Triumvirlik anlaşmasına göre toprak paylaşımı 
(Mor Octavian, Yeşil: Antonius, Kahverengi: Lepidus, Kırmızı: Kurtarıcılar, Mavi: Sextus Pompei)

Kaynakça: http://www.unrv.com/empire/roman-history.php 
http://www.forumromanum.org/history/index.html
Susan Wise Bauer'in "Antik Dünya" kitabı


3 Ağustos 2016 Çarşamba

Octavian’ın Güce Yükselişi

 Roma, Milattan Önce 15 yılında Sezar’ın cansız vücudu senatonun zemininde sayısız bıçak yarası ve kanlar içinde duruyordu. Ellerinde kanlı bıçaklarla gururlu bir şekilde duran senatörler, Sezar’ın canını alarak korumaya çalıştıkları Cumhuriyet’e son verdiklerinin farkında değillerdi. Bu Octavian’ın güce yükselişinin ve Roma’yı tam anlamıyla bir İmparatorluk haline getirişinin hikayesi.

 Octavian’ın hikayesini anlayabilmek için, Roma’nın o dönemdeki durumunu bilmek gerekir. Roma o dönemlerde diktatörünü kaybetmiş bir Cumhuriyetti. Bu diktatör Sezardı. Yıllar önce Roma Cumhuriyeti’ni askeri güçle kendi hakimiyeti altına alan ve senatonun tüm gücünü çalan bir diktatör. Ama, aynı zamanda Cumhuriyet’in tüm sakinlerini ayrım yapmadan eşit hale getirmeye çalışan ve artık işlemeyen bir sistemi değiştirerek Roma’yı kurtarmaya çabalayan bir diktatördü, Sezar.

 Elindeki politik güç çalınan, ve malları Sezar tarafından fakir halka dağıtılan Senatorler, doğal olarak Sezar’dan nefret ediyorlardı. Bu adam senatorlerin gücünü çalmakla kalmayıp, Senato’yu kendi takipçileriyle doldurmuştu. Artık asiller ve Sezar’ın halktan adamları Senato’da yan yana oturuyordu. Yüzyıllardır monarşi, oligarşi ve demokrasinin bir arada işlediği ve hiçkimsenin tüm gücü ele geçirmemesi için tasarlanmış Cumhuriyet Sezar’ın elinin altındaydı. Sezar’ın elinde tuttuğu güç asiller için tehlikeli ve aşağılayıcı, halk için bereketliydi. Belki de halk bu diktatörlükten Sezar’dan bile daha fazla fayda görmüştü. Bu şekilde Sezar’ın halk tarafından sevildiği ve asiller tarafından nefret edildiği bir çıkmaza varıldı. Bazı senatörler bu çıkmazdan kurtulacak bir yol aradılar ve bu yolu Sezar’ın suikastında buldular.

 Sezar’ı ölü görmek isteyen senatorler kendilerine “Kurtarıcılar” dediler. Bu şekilde güç açlıklarını Cumhuriyet’i kurtarmak gibi onurlu bir amaç altına gizlediler. Milattan Önce 15 Mart 44 tarihinde bir grup senator Sezar’ı bir belgeyi okuması için senatorlerin toplandığı ünlü foruma çağırdı. Bu tabiki bir kandırmacaydı. Sadece Sezar’ın suikastına ortam hazırlanmak isteniyordu. Sezar’ın suikastını Yunan yazar Eutropius şu şekilde anlatır:

“Sezar sahte dilekçeyi okumaya başladığı sırada dilekçeyi kendisine sunmuş olan Tillius Cimber, Sezar'ın togasını aşağı indirdi. Sezar, Cimber'e "Ama bu vahşet!" diye bağırdığı sırada, Casca hançerini çekti ve diktatörün boğazını bir yandan diğer yana kesti. Sezar hemen arkasına döndü ve Casca'nın kolunu yakalayarak "Casca, seni hain, ne yapıyorsun?" dedi. Korkudan donakalmış olan Casca, Yunanca "Kardeşlerim, yardım edin" diye bağırdı. Tam bu sırada aralarında Brutus'un da bulunduğu grubun geri kalanı da Sezar'ı bıçaklamaya koyuldular. Sezar kaçmaya çalıştı ancak gözleri kandan göremez olduğundan ayağı takıldı ve yere düştü; senatorler, Sezar portikonun alt merdivenlerinde savunmasız bir şekilde kalana kadar hançerlerini saplamaya devam ettiler.”

 Sezar suikasta katılan altmış senator tarafından 23 kere hançerlenmişti. Bu yaralardan sadece boynundaki kesik ölümcüldü. Altmış senatorun hepsinin Sezar’ın suikastında bir rol oynama isteği, bazılarının bir birini yaralamasına sebep olmuştu.
Sezar öldükten hemen sonra, kurtarıcılar bu suikastı onurlu ve gerekli bir şey olarak göstermeye çalıştılar. Fakat olaya karışmayanlar kendi hayatlarını kaybetme korkusundan büyük bir aceleyle kaçtılar. Halkın öfkesine maruz kalmaktan korkan kurtarıcılar da güvende olacakları evlerine kaçtılar. Bunu henüz bilmiyorlardı ama kurtarıcıların planlarını bozan halk değil, Sezar’ın destekçileri olacaktı. Marcus Antonius, Sezar’ın Roma’daki en güvenilir adamı, saklanmaktaydı. Sezar’ın başka bir adamı olan Lepidus ise lejyonları manipule ederek sokakları kontrolü altına almıştı.


 Bu kaos ortamına son vermek amacıyla senato 16 Mart’ta toplandı. Lepidus suikastçilerin hepsine ağır cezalar verilmesini talep etti. Cumhuriyet’in fanatik bir savunucusu ve ünlü bir yazar olan Cicero ise bir anlaşmaya varılması gerektiğini söyledi. Eğer bir anlaşmaya varılmazsa Cumhuriyet parçalanır ve tarihe karışırdı. Bu koşullar altında bir anlaşmaya varıldı. Sezar’ın yürürlüğe koyduğu tüm yasalar uygulanmaya devam edilecekti. Ayrıca askerlerine verdiği zenginlik sözleri de yerine getirilecekti. Bu askerleri yatıştırdı ve Lepidus’un gücünü elinden aldı. Kurtarıcıların liderleri olan: Brütüs’e Krete valiliği, Cassius’a Afrika valiliği ve Decimus Brütüs’e Galya valiliği verilmişti. Bu onları hem Roma halkının gazabından koruyacak, hem de yönetebilecekleri lejyonlar verecekti. Ayrıca başka bir kurtarıcı, Antonius ile birlikte konsul olarak atanmıştı. Antonius ise Sezar’ın mirasından alacağı parçayı kaybetmişti.

 Kurtarıcılar planlarının başarılı olduğunu düşünmekteydiler. Antonius ve Lepidus neredeyse tüm güçlerini kaybetmişlerdi. Onlar ise Senato’daki yerlerini sağlama almışlardı. Fakat, büyük bir hata yaptılar, Antonius’a Sezar’ın cenazesindeki ana konuşmayı yapma hakkını verdiler. Antonius bu konuşma ile halkı kendi tarafına çekmeyi planlıyordu. Kurtarıcıların asıl planı Sezar’ın cenazesinin halktan uzakta yapılmasıydı. Brütüs ise halkın cenazeyi görmek isteyeceğini biliyordu, bu yüzden kurtarıcıları ikna etmişti.

 Antonius konuşmaya beklendiği gibi başladı; Sezar’ı övdü ve yaptığı işlerin büyüklüğünden bahsetti. Sezar’ın vasiyetini okutturdu, böylece tüm halk kendilerine bırakılan paranın varlığından haberdar oldu. Sezar’ın bahçelerinin halkın gezebileceği parklara dönüştürüleceğin de bahsedildi. Halkın Sezar’a duyduğu minnettarlığı görünce, suikastçileri suçlamaya başladı. Sezar’ın ölümünün sebebinin suikastçiler olduğunu, bu adilerin tüm halka ihanet ettiğini söyledi. Bunların üstüne iyice sinirlenen halk, Sezar’ın kan ve bıçak izleriyle dolu togasını da görünce dayanamadı. Etraftan meşaleler aldılar ve suikastçilerin evlerini yakmak için yola koyuldular. Suikastçiler çok geçmeden şehirden kaçmak zorunda kaldı. Antonius, şimdi halkın kahramanı konumunda, Roma’daki en güçlü adam olmuştu.

Herkes sakinleşince Sezar’ın kemikleri aile mezarlığına taşındı ve bir türbe içine gömüldü. Antonius ise en güvenilir adamı Lepidus ile birlikte Roma’daki gücünü daha da artırmak için çalışmaya koyuldu. Octavian daha kimse tarafından bilinmeyen bir genç iken Roma’nın durumu buydu. En sonunda Octavian’ın hikayesini başlıyor.

Bir sonraki yazıda Octavian'ın nasıl pek bilinmeyen bir asilden Roma'nın en güçlü adamlaından biri haline geldiğini anlatacağım.


 Sezar'ın Ölümü

Kaynakça: http://www.unrv.com/empire/roman-history.php
http://www.forumromanum.org/history/index.html
Susan Wise Bauer'in "Antik Dünya" kitabı

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Viking Mitolojisinde Dünyalar

 "Bu yıl Northumbria'da kötü alametler belirdi ve halkı korkuttu. Bu alametler büyük kasırgalar ve sürekli görülen yıldırımlar, ve havada uçarken görülen parlayan ejderhalardı. Bu alametlerin ardından büyük bir kıtlık başladı, ve çok geçmeden gene o yıl, 8 Haziran'da, dinsiz adamların yağmalaması ve katliamları malesef Tanrı'nın Lindisfarne'deki kilisesini yerle bir etti."

 793 yılında Anglo-Saxon Günceleri'nde bahsedilen bu dinsiz adamlar vikinglerdi ve bugün onların inançlarından bahsedeceğim. Çoğu mitolojide olduğu gibi bu da yaratılış ile başlıyor.

 Kuzeyde yer alan Nilfheim'dan gelen buz ve güneyde yer alan Muspelheim'dan gelen ateşin, hiçlikten oluşan Ginnungagap'ta bir araya gelmesi Ymir adında bir buz devi ve Audumla adında bir ineğe hayat verir. Hayta gelen ilk iki varlık, garip bir şekilde, bir buz devi ve inektir. İnek Nilfheim'ın buzlarını yalarken bir adamın kafasını görür ve buzu yalamaya devam ederek adamı oradan çıkarır. Bu adamın üç torunu tanrılar Odin, Ve ile Vili'dir. Bu üç kardeş buz devi Ymir'i öldürürler ve vücudundan dokuz dünyaları yaratırlar: Asgard, Vanaheim ve Alfheim; Midgard, Jotunheim, Nidavellir ve Svartalfheim; son olarak Hel ve Nilfheim.

 Bu dünyalardan bahsetmeden önce Kuzeylilerin evren anlayışlarını anlatmak gerekir. Kuzeyliler evreni üç parçadan oluşan bir yapı olarak görüyorlardı: bir üst kat, bir orta kat ve bir alt kat. Ayrıca tüm bu katların arasında belirli bir mesafe bulunur. En üst katta Asgard vardır; Aesir veya savaşçı tanrılarının diyarı. Gene bu katta Tanrılar ve Tanrıçalar'ın sarayları vardır. Bu saraylar büyük ve görkemli bir sur tarafından korunur. Asgard'da aynı zamanda her gün dövüşen ve her akşam ziyafet çeken ölü savaşçılar, yani Einherjar'ın sarayı vardır. Ölü savaşçıların sarayının adı Valhalla'dır. Valhalla'da hepsi vakitlerini geçirirler ve zamanın sonunda Tanrılar ve kahramanlar-- Devler ve canavarlar arasında verilecek son savaşı, Ragnarok'u beklerler. Bu en yüksek katta ayrıca Vanaheim vardır, Vanir veya bereket tanrılarının diyarı; ve Alfheim, parlak elflerin diyarı, ayrıca buradadır.

 İkinci katta Midgard yer alır, insanların içinde yaşadığı orta dünya. Midgard öyle derin ve büyük bir okyanus ile çevrelidir ki çoğu kimseye öbür tarafa ulaşmak imkansız gibi gelir. Buna rağmen okyanusu aşmak isteyenleri ise başka bir şey bu sefer durdurur: korkunç ve dev yılan Jormungand. Bu okyanus yılanı öyle büyüktür ki Midgard'ı sarmış ve kendi kuyruğunu ısırmıştır. Midgard'ın doğusuna doğru, dağların ardında devlerin diyarı Jotunheim yer alır. Devlerin kalesine Utgard denir ve burada kötücül dev kral Loki hüküm sürer.

 Gene bu katta, Midgard'ın yakınlarında cüceler vardır. Cüceler, Nidavellir(Karanlık Ev)'de çukurlar ve mağaralar içinde yaşarlar. Nidavellir'in altlarında bir yerlerde ise Svartalfheim, yani 'Karanlık Elflerin Diyarı' bulunur. Cücelerde, karanlık elflerde açgözlü ve kurnaz yaratıklardır ayrıca yer altında yaşamayı severler.

 Asgard ve Midgard birbirlerine Bifrost adında yanan bir köprüyle bağlanmışlardır. Belki Viking mitolojisindeki en büyük kaynağımız olan Snorri Sturluson'un yazdığına göre "Belki de onu görmüşsünüzdür ama bir gökkuşağı ile karıştırmışsınızdır. Üç rengi vardır ve diğer yapılardan daha büyük yetenek ve kurnazlıkla yapılmıştır." yazar.

 Üçüncü ve en alt katta ölülerin dünyası Nilfheim yatar. Midgard'dan aşağı doğru dokuz günlük bir yolculuk uzaklığındadır. Nilfheim öldürücü soğuk, bitmek bilmeyen bir acı diyarıdır. Hemen yanında Hel bulunur ve burası iğrenc ve güçlü bir yaratık tarafından korunur. Kötü insanlar öldüklerinde Nilfheim yoluyla Hel'e giderler ve orada bir kez daha ölürler. Aynı zamanda buraya Odin ölülerin bilgeliğini elde etmek için ve Hermod, Loki'nin kardeşinin öldürdüğü Balder'ı geri getirmek amacıyla Hel'e gider.

 Bu mitoloji daha pek çok epik hikayelerle dolu ve zaman buldukça bunlarısize anlatmaya çalışacağım.
Kaynakça: Kevin Crossley Holland'ın "The Norse Myths" kitabı
http://norse-mythology.org/